AHA.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 20 Kasım’da HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğunun sona erdirilmesi gerektiğine hükmetmiş, bu karar karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan “karar bizi bağlamaz, karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” demişti. Öyle de oldu. İstinaf Mahkemesi bekleyen bir Demirtaş davasını hemen öne çekti ve “işi hemen bitirdi”, Demirtaş’ı “tutuklu” statüsünden “hükümlü” statüsüne taşıyarak AİHM kararını boşa düşürdü!
* * *Tahir Elçi davası da hem hukuksuzluğun, hem de vicdansızlığın başka bir örneği değil mi?
Tahir Elçi Diyarbakır Baro Başkanıydı. Kürt’tü ve PKK ile ilgili değerlendirmeleri onu siyasi bir linçle karşı karşıya bırakmıştı. Bir basın açıklaması sırasında üstelik kameralar yayındayken öldürüldü. Aradan 3 yıl geçti, her şey belli ama “cinayet halen faili meçhul”. Tıpkı araya “karbon kağıdı” konulmuş Hrant Dink cinayeti gibi…
İnsanın aklına ister istemez “faili meçhul” bırakılmış onlarca siyasi cinayet davası geliyor. Madımak başta olmak üzere!
***Ya Şule Çet davası?
Üstelik bu dava siyasi bir dava da değil, bir tecavüz ve cinayet davası!.
Şule Çet 23 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Ankara’da bir binanın 20. katından atlayarak intihar ettiği ileri sürüldü. Sonra ailesi, daha sonra da kadın örgütleri davaya sahiplenince seyir değişti. Değişmeyen vicdansızlıktı: “İntihar mı, yoksa tecavüz ve cinayet mi” sorusuna cevap için Adli Tıp raporu önemliydi. Uzun bir beklemeden sonra rapor yayınlandı. Raporu yazan üç profesör, bir doçent, bir uzmandan oluşan heyet sorulara cevap vermek yerine 21 sayfadan oluşan raporda laf çevirerek, topu taca attılar! Çünkü sanıklar paralı-pullu güçlü isimlerdi. Bu ülkede para demek güç demekti; Siyasette, hukukta, hayatın her alanında!
* * *Samsun’da Yılmaz Tuluk isimli bir yurttaş, İlkadım İlçesi’nde bir caddeye Ebu Suud isminin verilmesini Anayasa’nın 24. Maddesine aykırı olduğunu belirti ve “bu isim toplumda kin ve düşmanlığı tahrik ediyor, kaldırılmalı” diye dava açtı. Çünkü Ebu Suud, Kızılbaşlar için “büyüğü küçüğü ile tümünün katledilmesi gerekir. Bunların kâfirliğinden kuşku duyanlar dahi kâfirdirler” diye fetva vermiş bir Şeyhülislam’dı. Belediye ismi kaldırmadığı gibi “Ebu Suud ismi mevzuata uygundur” dedi…
* * *Gebze’de Viyadük inşaatında düşen beton bloklar altında kalan üç işçi öldü. Bu iş cinayetinin üzerine gidilip sorumlular görevden alınacağına, basına “haber yasağı” getirildi. Çünkü bu inşaatın sahipleri “saygın” ve iktidarın gözdesi işadamlarıydı!
* * *Ya Ergenekon davasına ne diyeceğiz?
Ergenekon davası çöktü, çökeli de çok oluyor ama davanın “siyasi savcısı” bu “çöküşe” rağmen sürekli yükseldi ve ülkenin tek ve en önemli karar vericisi oldu!
* * *Doğu Karadeniz’de sekiz ilin yaylalarını birleştirecek ‘Yeşil Yol’un iptaline dair açılan dava reddedildi. ‘Yeşil Yol’ için onlarca dönümlük yayla alanlarında binlerce ağaç kesilecek ve Karadeniz’in muhteşem doğası bir kez daha katledilecek…
* * *Toplumu yerinden oynatacak bu ve benzeri gelişmelere karşı içten içe bir öfkenin biriktiği kesin olsa da Salı konuşmaları ve basın açıklamaları şeklinde “kısık sesli konuşmalar” dışında, ortada ses seda yok!
Peki neden?
Cevap çok net: Ahlakı, adalet duygusunu yukarıya taşıyacak, toplumsal vicdanı hareketlendirecek, öfkeleri örgütleyecek Sol da bu görevi üstlenemediği için meydan boş.
Mevcut siyasal iklimin bir sonucu olarak, ahlak ve adalet çöktüğü için vicdan da çöktü!
Çünkü siyasi iklim haklıyı değil, güçlüyü besliyor. “Yerli, milli ve ülkenin bekası” gibi söylemler altında vicdansızlık çok hızlı yayılan bir virüse dönüşüyor. Nefret söylemleri de, kutuplaştırıcı ve çatışmacı dil de tesadüf olmaktan çıkıyor. Siyasal güç dengesi olmayınca, yüzleşme de olmuyor, toplumsal çürüme hızlanıyor. Hak, hukuk, adalet kavramları iktidar gücünün karşısında önce soyut kavramlara dönüşüyor, sonra da kıyaslamalarla anlamsızlaştırılıyor!
Güçlü gözüken tarafta durmak matah bir şeymiş gibi sunuluyor…
Vicdanın dine, dinin de iktidara tabi kılınması kaçınılmaz bir şekilde ahlakı ve erdemi değil, riyakarlığı ve zalimliği üretiyor!
Yalanın, hilenin, yolsuzluğun, taciz ve tecavüzün, şiddetin, kutuplaştırmanın ve sömürünün sürekli olarak yeniden üretilerek meşrulaştırıldığı, siyasal hegomanyanın bütün haşmetiyle hissedildiği, dinin ve ahlakın, mevcut sistemi meşrulaştırma aracına dönüştüğü bir ortamda vicdandan hele hele toplumsal vicdandan söz etmek de mümkün olmuyor. Kişinin vicdanı da egemen hale gelen, “Allahın kelamını devleti yönetenlerin kelamı” gibi sunan devlet dininin karşısında yeniliyor…
Devlet ve dini kurumlar, din ve ahlak dedikçe, toplumsal vicdan da o kadar yok oldu. Çünkü, tıpkı adalet gibi soyut bir kavram olan vicdan doğuştan ortaya çıkmaz, vicdan, toplumsal koşullara, politik duruşa ve eğitime göre şekil alır.
Bu yüzden solcuların, hümanistlerin vicdanlı olması da tesadüf değildir. Çünkü Sol da insan öne çıkar…
Zorbalar ve dinciler ise vicdanlı olmaz, çünkü orada insan değil, kutsal olan öne çıkar. Kutsal olan insandan daha değerli olunca kanunlar halkı değil iktidarı temsil eder. Birey değil, kul öne çıkar ve çürüme kaçınılmaz olur. Düzen, tek tipleşir, tek tipleşme de iktidarı büyütür, iktidarın dışında kalanlar, iktidarı eleştirenler şeytanlaştırılır!
Oysa vicdan kıyas kabul etmez, “ama”lı cümleler kurmaz…
Toplumsal vicdanın yeniden öne çıkmasının ve toplumun bütün kesimlerinde biriken öfkelerin doğru bir kanala akmasının yolu, siyasi dengelerin sağlanmasından, sağın ideolojik-politik hegomanyasının sona ermesinden, solun güçlenmesinden geçer…
Sol güçlenirse bu ülkede toplumsal vicdan öne çıkar. Biriken öfkeler dışa vurur, meydanlar boş kalmaz! Toplumsal vicdan ayakları üzerine dikilir, işte o zaman kararlar etnik ve dini kimliğe ya da siyasi kimliğe göre değil evrensel ölçülere göre verilir. Siyasal iklimi değiştirir, yüzleşme olur; Türkiye bir bütün olarak, güçlüden değil haklıdan yana ortak mücadele ve adalet gibi kavramlarla yeniden tanışır! Düzen değişir!
5 Aralık 2018, İstanbul
Necdet Saraç