AHA.İktidara gelenler, iktidarda kalma süreleri uzadıkça mevcut düzeni koruma çabasına girerler ve değişime direnirler. Yarattıkları “düzenin” sürmesini istedikleri için de kaçınılmaz bir şekilde “statükocu” olurlar…
Bugün eğer Türkiye’de “süregelen düzeni korumak isteyen ve değişime direnen” yani statükonun devamını isteyen bir güç arıyorsak bunun açık adresi bellidir; Bu adres AKP’dir! AKP bugün Türkiye’nin en statükocu partisidir!
20 yıllık AKP iktidarı tel tel dökülüyor olsa da, yolsuzluğun ve hukuksuzluğun sistematik bir hale geldiğini, siyasetin, ticaretin, yargının, medyanın ve tabi organize suç örgütlerinin iç içe geçtiğini, kirlenmenin devasa boyutlara ulaştığını, mafyanın devletleştiğini, devletin mafyalaştığını görüyor olsak da AKP bu gelişmelerin hiç birini “üstüne almadığı” gibi, önce zamana yayarak önemsizleştirmeyi, sonra da unutturmayı hedeflemektedir.
Çünkü AKP kazandığı statükonun değişmemesini ve var olan durumun devam etmesini istemektedir. Statükoculuk tam da budur!
Zaman zaman önce çıkan “beka” vurgusunun nedeni de statükoyu korumada yatmaktadır. Nitekim bekadan anlaşılan aslında ülkenin bekası değil, kendi bekalarıdır!
Statükonun doğru adresi Erdoğan’ın AKP’si olsa da, sistemin dışında kalmış olan ancak sistemin yarattığı ve “öteden beri sürüp gelen durumlarını” korumak isteyenlerin sayısı bir hayli fazladır…
Bu yüzden, sistem çürümüş, hatta kokuşmuş olsa da “bu düzen değişmelidir” diyenlerin oranı çürümüşlükle ve kokuşmuşlukla doğru orantılı değildir. Eskisiyle yenisiyle muhalefetin bile “yeterince” konuşmadığı, yüksek sesle konuşmak yerine kısık sesle konuşmayı tercih etmesinin asıl nedeni de budur! Çünkü düzeni değiştirmeden statükoyu değiştirmek mümkün değildir!
Belki de yalnızca bu nedenle bile bazen yozlaşma dediğimiz şey yeni demokrasinin de büyüme sancısı olabilir, tabi bundan çıkmayı bilene…
TEMİZ TÜRKİYE
AKP kurmayları ve üst düzey bürokratları en azından “şimdilik” konuşmayacaklarına göre, hiç değilse bir döneme tanıklık eden ve sistemi sağından solundan eleştiren “muhalifler” ya da “yaşayan tarihler” konuşmalı! Üstelik kısık sesle değil, yüksek sesle!
İzmir HDP İl Binası’nın bilerek, isteyerek, planlı bir şekilde basılıp, Deniz Korkmaz’ın öldürülmesinden sonra “herkesin konuşması” daha da zorunlu bir hale geldi…
Konuşması gerekenler konuşursa belki o zaman ülkenin üzerinden kiri pası atmanın, “Temiz Türkiye” yaratmanın yolu açılabilir, Sedat Peker anlatımları dışında yargının harekete geçmesi zorlanabilir, hukukun ve adaletin izleri görünür hale gelebilir…
Örneğin, Abdülkadir Aksu Maraş katliamını anlatmalı…
Hüsamettin Cindoruk, Seyfi Oktay, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Deniz Baykal 1991 DYP-SHP Hükümetinin o güzelim protokolüne rağmen, Türkiye siyasal tarihinin en karanlık dönemlerinden birine dönüşen 1991-1996 dönemini anlatmalı…
Temel Karamollaoğlu, Mehmet Gazioğlu Sivas katliamını, Hanefi Avcı Gazi katliamını anlatmalı…
Meral Akşener Susurluktan hemen sonrasını, İlker Başbuğ Kozmik Odayı anlatmalı…
Abdullah Gül kendi bahçesine inen helikopterden çıkanların ne dediklerini, Ahmet Davutoğlu 2015’i anlatmalı, Başbakanlıktan nasıl alındığını da…
Ali Babacan, Sezgin Baran Korkmaz gibi birçok “saygın işadamının” üretim yapmadan nasıl ultra zengin olduklarını, Aydın Doğan, Doğan Medyanın nasıl el değiştirdiğini anlatmalı…
Cemil Çiçek ve Bülent Arınç konuşuyor gibi yapmak yerine artık bildiklerini anlatmalı…
Ne çok isim var, ne çok olay var…
Aklınıza gelenleri siz de yazın, bu liste uzayıp gitsin!
Yazdıkça göreceğiz ki, konuşması gereken ne çok insan varmış, hem de iktidarın yanında değil demokrasinin yanında…
18 Haziran 2021, İstanbul
Necdet Saraç