HABERMAX. Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan Flash TV’de Çağdaş Bayraktar’ın sunduğu “Adını Koyalım” programının konuğuydu. Programda öne çıkan başlıklar şöyle:
Ortada devleti, toplumu, aileyi ilgilendiren topyekün bir çürüme var
Geçenlerde Hulusi Akar çıkıp “önemli olan Allah korkusudur” diye bir açıklama yaptı. O konuşmalarda ve başka konuşmalarda “çocuklara şehitliği öğretmek lazım” dedi. 6-7 yaşındaki çocuğa ölümü normalleştiren bir eğitim sisteminden bahsediliyor. Öte yandan trafikte kolayca insan öldürüyorlar veya kadınları kolaylıkla öldürebiliyorlar. Burada insan hayatını değersizleştiren bir atmosfer var bu atmosferin sorgulanması lazım. Ama bunun ekonomik boyutları var, ideolojik boyutları var, eğitimle, adaletle ilgili boyutları var. Adalet sistemimiz bu kadar konuşuluyor, peki sonra ne olacak? Benzer bir şeyi biz Dilan Polat olayında konuşmuyor muyduk? Bütün ülke ayağa kalktı. Toplumda Dilan Polat tekmiş gibi bir nefret objesine dönüştürüldü. Peki sonra ne oldu?
Türkiye’de tarikatların etkisini, gericiliğin etkisini tartışırken dikkatli olmamız gerekiyor. Bu köy özelinde çok bir bilgiye sahip değilim ama şunu bilmemiz gerekiyor bu toplumun tamamına enjekte edilen bir ideoloji var ve bu ideoloji insan hayatını değersizleştiriyor, önemsizleştiriyor, başka kutsallıkları önemli hale getiriyor. Şimdi bu olayla beraber yine aileyi öne çıkarıyorlar. Burada çocuğu koruyamayan aile, büyük ihtimalle öldüren de aileden çıkacak. Veya başka örnekler de var ailenin direkt suçlu olduğu Tekirdağ’daki gibi. Ama şimdi diyorlar ki, aile değerleri zayıfladığı için bunlar oluyor. Hiçbir şeyi kutsallaştıramazsınız. Sanki Türkiye toplumundan bağımsız bir aile var veya Türkiye toplumundan bağımsız bir devlet var. Binlerce devlet görevlisi suç işlemiyor mu? Ya da devlet dediğimiz şey nedir, aile nedir. Dolayısıyla ortada devleti, toplumu, aileyi ilgilendiren topyekün bir çürüme var. Yirmi senedir iktidarda olan, ahlak diyen, değerler sistemi diyen, aile diyen iktidarın olduğu ülkede sürekli çocuklar kaçırılıyor, kadın ve çocuk cinayetleri hiç eksilmiyor, sokakta insanlarımız sudan sebeplerle birbirini öldürüyor. Bunun bir nedeni şu, ekonomik olarak Türkiye toplumu geleceğini tamamen yitirdi, insanların yaşama isteği ortadan kalkıyor. İnsanların yaşadığı ülkeye inancı, geleceğe dönük inancı azalıyor dolayısıyla yaşamla ölüm arasındaki ayrım silikleşmeye başlıyor. Bunun ekonomik, ideolojik, eğitimle ilgili, adalet sistemiyle ilgili boyutlarının ele alınması lazım. Siyasi iktidar burada topu taca atıyor. Tarikatların neyini aklamaya çalışıyorlar? Yüzlerce çocuklara karşı işlenen, üstü örtülen örnek var.
Narin’i Allah korkusu korudu mu peki?
Bu ülkede bu tür şeyler olduğunda iktidar cenahından gelen tepkiler sabittir. Bir, “biz onu tanırız, vatanını sever” diye aklamaya çalışırlar. Bir sürü suç örgütü liderini pazarlamaya kalktılar “yurtseverdir” diye. İkincisi sürekli “İsveç’te de oluyor Norveç’te de oluyor” diye kıyaslarlar. Üçüncüsü ise meczup işi ilan edilir. Tarikatları, cemaatleri ilgilendiren tüm cinayetler bir şekilde meczup işidir.
Narin meselesinde hepimiz yıprandık, çok üzücü fakat bazı şeylerin sorgulanmasına yaramalı. Çok çocuk öldürüldü ve maalesef devam edecek. Bunların sayısının azalması, durması lazım. Hulusi Akar, sen böyle bir eğitim sistemini savunduğun anda bu olayların önünü açıyorsun. Bilgiyle kavga edilebilir mi? Eski bir bakan çıkıp büyük bir sorumsuzlukla diyor ki “bilgi önemli değil”. Narin’i Allah korkusu korudu mu peki?
Bu ülkede hepimiz, o yaşta çocukların erkenden kadınlığa itildiğini biliyoruz. Ondan sonra “nereden çıktı bu çocuk istismarları”. En son iki yaşındaki bir çocuğa istismara kadar vardı. Çocukların zorla evlendirilmesi ya da evlilik fikrinin empoze edilmesi meşrulaştırıldı. Buna dönük yaptırım var mı? Buna dönük eğitim sistemi var mı? Tam tersi kız çocuğuysan öğretilenler evlilik, annelik üzerine kuruluyor. Ondan sonra da bu yolda en küçük bir tökezlemede hayatının elinden alınması meşrulaşıyor. Bunun sorgulanması lazım.
Aşiretler partiler tarafından paylaşılmış ya da partiler aşiretler tarafından paylaşılmış durumda
Tarikatlar artık holdingleşti Türkiye’de. Bütün bakanlıklar paylaşılmış durumda. Bunu sorgulamayınca, bunu ortadan kaldırmayınca Türkiye coğrafyasının çok büyük bir kesimi bir şekilde tarikat etkisi altında. Muhalefet de bunun parçası. Aşiretler partiler tarafından paylaşılmış ya da partiler aşiretler tarafından paylaşılmış durumda.
Bir de muhalefet açısından şöyle de bir sorun var. Hulusi Akar’ı eleştirmek kolay evet çünkü çok uç bir şey söyledi. Ama laiklik savunusunun amasız, fakatsız yapılması lazım. Biz hep şunu söylüyoruz laiklik meselesinin insanların inancıyla hiçbir ilgisi yok, kimse kimsenin inancına karışamaz. Laiklik kamusal alanla ilgilidir, eğitimle ilgilidir, siyasetle ilgilidir. Burada muhalefetin büyük sorumluluğu var. Türkiye’de bugünkü sistem muhalefetle beraber değerlendirilmeli. İktidar evet birinci dereceden sorumludur fakat muhalefet de bunu tamamlar. Bakın Türkiye’de üç mesele var tarikatlar, holdingler ve NATO’da özetleyebileceğimiz emperyalizm. Bu üç olgu Türkiye’yi çürütüyor. Türkiye toplumu bununla yüzleşmek zorunda. Narin meselesinde de bununla yüzleşmek zorundayız. Yüzleşmediğimiz zaman böyle sadece polisiye kısmını konuşuruz.
Türkiye’de düzen dışı sol ne yazık ki CHP ve DEM Parti’den bağımsızlaşamıyor
Solda birlik, ortak program varsa anlamlıdır. Biz saydığım bu üç olguyla mücadelede samimi olan herkesle ortaklaşır, birlikte yürürüz. Türkiye’de düzen dışı sol ne yazık ki CHP ve DEM Parti’den bağımsızlaşamıyor. Türkiye’de bir şeyler yapılacaksa sosyalist hareketin, devrimcilerin kendi ayakları üzerinde durması lazım. Yoksa TKP burnu büyük olduğu için bunu yapmıyor. Oyalanmak ve oyalamak, kimseyi kandırmak istemiyoruz. Bir sürü, güç birliği benzeri denemeler yaptık bunu artık örgütlerle değil toplumsal düzeyde yapacağız çünkü oyalanmak istemiyoruz, zaman çok değerli.
TÜSİAD’la görüşen “sol” parti olmaz
CHP içerisine de baktığımız zaman NATO’ya karşı olan unsurlar var, tarikatlarla hesaplaşan unsurlar var, emeği savunan unsurlar var bu Kürt hareketi için de geçerli ama toplama baktığınız zaman böyle değil. Siyasette artılara ve eksilere baktığınız zaman sonuç hep eksilir. Biz aynı partide olacağız, siz yurtsever olacaksınız ben NATO’cu olacağım, o partiden hayır gelmez. Cengiz Çandar mesela NATO meselelerinde çok açıktan destek veriyor. Bu nasıl olacak? Bunlar önemsiz şeyler değil. Ya da TÜSİAD’la görüşmek gibi. O zaman “ben de sitem partisiyim” demiş oluyorsunuz ya da “sistemde bana da yer açın” demiş oluyorsunuz. Dolayısıyla burada çok net bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Burada da sorun şu, Türkiye’de bu üç konuda ayrı ayrı hassasiyetler var, toplumda da var. Örneğin tarikatlar meselesine, siyasal islama takılan, laik duyarlılığı olan, mücadele etmek isteyen geniş bir kesim var. Fakat bu kesimin bir bölümü olumsuz anlamda batıcı. Mesela NATO’yu bir çağdaşlık projesi olarak gören, laik duyarlılığı olan bir kesim var. Onlara bu işin bir bütün olduğunu anlatmak lazım. Yurtsever olmadan laik olamazsınız. Amerikancı olduğunuz takdirde laiklik sizin için yalnızca yaşam tarzı olur, o da laiklik değildir. Ülkede laik duyarlılığı olan insanlar çocuğunu yollayacak okul bulamıyorlar.
Gezi Türkiye’nin onurunu ayağa kaldırdı
Gezi bir zirve noktasıydı, öncesinden “geliyorum” diyordu. Öngörülemez bir hareketti fakat bir yandan topluma bakıldığında öngörülebilirdi. Türkiye’nin duyarlılıklarına yakışır bir tepkiydi Gezi. Peki Erdoğan neden sürekli Geziyi anımsatıyor çünkü yenemedi, içinde kaldı. Gezi geri çekildi, bir hesaplaşmayla ortadan kalkmadı. Gezi yükseldi, adım adım eylemler sürdü ve yavaş yavaş geri çekilmiş oldu. İktidar Gezi’yi ezemedi. Sonuçta bir kişiden değil milyonlarca kişiden söz ediyoruz ve Erdoğan bunun anlamını biliyor. Bütün siyasi hayatı boyunca bir biçimde hesaplaşmış birisi Erdoğan. Gezi’yle Erdoğan’ın kavgası mahkemeye gitti fakat mahkemede değil sokakta başladı. Mahkemeden hangi sonuç çıkarsa çıksın tatmin olmuyor çünkü mahkemeye sığacak bir olay değil. Anayasa meselesi de böyle. Bazı şeyleri tamamlamak isteyen bir siyasetçi ayrıca siyasi ömrünün de sonuna geliyor. 12 Eylülden beri iyi insanların bu ülkeye bağı kopuyordu. Gezi aslında bu ülkeyle bağı güçlendirdi. Gezi Türkiye’nin onurunu ayağa kaldırdı.
CHP defalarca Mehmet Şimşek’in ekonomik programını desteklediğini söyledi
Toplumda değişik başlıklar üzerinden ama temelde ekonomik nedenlerle büyük bir tepki var. İnsanların artık yoksulluğu sürdüremez hale geldiği bir tabloyla karşı karşıyayız. Buradaki sorun şu, çok parçalı çünkü toplum örgütsüz. Hem iktidar hem muhalefet tarafından örgütsüzlük propaganda ediliyor. Başından beri suç gibi gösteriliyor. Mesela “hükümet istifa” dendiğinde sandık gösteriliyor. Hayır hükümet istifa etmek zorunda kalabilir. Yine seçim bekliyoruz, seçim tarihini konuşmaya başladık. Bu ekonomik tabloda CHP defalarca Mehmet Şimşek’in ekonomik programının desteklediğini söyledi. Bu virajın alınması lazım. Sermaye de şu an bir seçim ekonomisine girmek istemez çünkü Mehmet Şimşek’in adı etrafındaki programı uygulamak zorundalar. Bu program uygulanacak, bu program da insanları yoksullaştırıyor. Büyük ihtimalle CHP’nin kafasında bu programın belli bir noktaya geldiği ve tamamlanma aşamasına geldiği ama küçük rahatlamaların dahi olmadığı bir anda seçime gitmek var. Yani AKP’yi biraz zor bir anda yakalamaya dönük. Türkiye’de seçim gününe TÜSİAD karar verir ve TÜSİAD şu an seçime izin vermez çünkü şu anda yoksul halkın sırtına biniyor bu yük, yine büyük holdingler kendi gemilerini yüzdürüyor orada bir sorun yok, bunun devam etmesini istiyorlar. Buna tepkiler de çıkıyor mesela Polonez işçileri her gün dayak yiyor polisten. Buradaki sorun şu, bu toplum bütünlüklü düşünmek, bencilliği aşmak yeteneğini yeniden kazanmalı. Polonez işçileri neden yalnız? Başka yerlerde olmuyor mu sendikalaşma nedeniyle işten atma? İki ay sonra başka yerde göreceğiz. Örneğin başka yerde temizlik işçileri greve çıktığında veya raylı sistem işçileri ayaklandığında işine gitmek zorunda olan başka bir işçiden tepki alıyorlar. Bu yüzden meselenin özünü gerçekten konuşmamız lazım diğer türlü yanlış hedeflere yöneliyoruz.
Halkımız kesintisiz bir şekilde yoksullaşırken TÜSİAD sermayesi, MÜSİAD, beşli çete, kesintisiz bir şekilde zenginleşmişler
Erdoğan’ın ortaya çıkışı ve Türkiye’de önce başbakan sonra cumhurbaşkanı oluşunun öyküsünde Erdoğan’ın arkasına yayılan kuvvetler var. Neydi bu kuvvetler TÜSİAD sermayesi, Avrupa Birliği ve ABD. Yani aslında olması gereken bütün güçler arkasında durdu ve Erdoğan öyle iktidara geldi. Zaman zaman arada çelişkiler ortaya çıkıyor ama bilançoya bakılınca bir takım holdinglerin göstermelik olarak yaptığı Mustafa Kemal, Cumhuriyet filmlerine bakmam, bilançoya bakarım. Halkımız kesintisiz bir şekilde yoksullaşırken TÜSİAD sermayesi, MÜSİAD, beşli çete, onlu çete, hangi holdinge bakarsanız kesintisiz bir şekilde zenginleşmişler. Gerçekten TÜSİAD sermayesi Erdoğan’dan hoşnut olmasalardı, Erdoğan onların çıkarlarına aykırı şeyler yapsaydı 20 yıl iktidarda kalamazdı. 12 Eylül’de ön plana çıkan 5 tane general var, bunlar tabii ki suçludur ama arkadaki kuvvet yine büyük sermayedir, TÜSİAD’dır. Türkiye solcusu bile büyük holdingleri demokrasinin teminatı olarak görmeye başladı. Herkes sanıyor ki Erdoğan bu ülkeyi tek başına karartıyor. Keşke böyle olsaydı o zaman Türkiye toplumu eninde sonunda ayağa kalkar ve bu işi çözerdi. Erdoğan’ın arkasındaki kuvveti iyi tarif etmemiz lazım. 12 Eylül öncesine baktığımız zaman “patron” algısı vardı Türkiye’de, toplumun büyük bir kesimi öfkelenirdi onlara, şimdi bundan sıyrıldılar. Hepsi voleybola yatırım yapıyor, hepsinin sanat festivali var, yayınevleri var ve o yayınevlerinde iyi kitaplar basıyorlar. Eninde sonunda toplumun algısında “bunlar iyi, ülkemizi modernleştiriyorlar, vergi ödüyorlar” var ama faturalarımıza bakalım. Bu ülkenin kaynaklarına el koymuş bir sınıf şu anda aklanmış durumda. Diğer tarafta ise tepkileri çekmeye alışmış bir Erdoğan var. Tek adama, saray rejimine indirgediğiniz zaman tarikatları, holdingleri, emperyalizmi aklarsınız. Öyle bir hale geldi ki, İzmir’de ABD gemisini protesto ettik, “niye bunlarla ilgileniyorsunuz” denildi. Türkiye’nin özeti, “ölürüm Türkiyem” müziğiyle taksisine ABD askerini alan ülkücü haline geldi.
“Tarikatlar sivil toplum örgütüdür” diyen solcunun aforoz edilmesi gerekir
“Tarikatlar sivil toplum örgütüdür” diyen solcunun aforoz edilmesi gerekirdi, bunlara alıştırıldı. Türkiye’de ilerici, devrimci sıfatlarıyla anılan sendikalar TÜSİAD’la görüşmeye başladılar, bunlar olamaz. Bazı kırmızı çizgilerin olması lazım. TÜSİAD’la görüşürseniz siz o zaman artık savunmakla yükümlü olduğunuz sınıfı savunmuyorsunuz demektir. Demokrasiyi öremezsin TÜSİAD’la. Ya da NATO, ABD nasıl kanıksanır? Hiç değilse biz neyi becerdik, o ABD askerleri o gemiden çıkamadılar. “Biz geliriz, Türkiye’ye bunu da yuttururuz, ülkede gezeriz, esnafa para dağıtırız” dediler ama yapamadılar, o gemiden çıkamadılar.
Sadece Türkiye’yle ilgili değil dünyada da sol, sol olmaktan çıkarıldı. Avrupa’da da sol olarak tarif edilen şey, makro sorunlardan kimlikçilik gibi mikro sorunlara odaklandı. Saman alevi gibi bazı hareketler yükseliyor ve sol diye pazarlıyorlar. Burada tabii bizim iç parçası olduğumuz ailenin de suçu var. Bazı komünist partiler, komünist olma özelliklerini yitirdiler adları öyle kalsa da. Emperyalizme karşı olmayan, sermayeye karşı olmayan sol olmaz. Avrupa’da da bazı sol partiler NATO karşıtlığını terk ettiler. Yugoslavya’yı lime lime ederken NATO, arkasında duran sol partiler oldu. Bunlar yalnızca Türkiye’de yaşanmıyor. Bizim meselemiz çok basit, Marx’tan beri biz bu düzeni değiştirmek istiyoruz bunun da sınıfsal bir mantığı var. Siz o sınıfsal mantığı terkederseniz, emperyalizm de o sınıfsal mantığın ürünü. Ya da bugünkü İsrail saldırganlığı sınıfsaldır. Herkes dinsel diyor, Yahudi sermayesi dünyanın birçok noktasında çok etkili, Filistin sermayesi ise çok zayıf. İslam ile Yahudilik arasındaki kavga değil, din savaşları değil. Birçok İslam ülkesi İsrail’i alttan alta destekliyor. Bu bağlar ekonomik bağlar. O yüzden Filistin’i din ile savunamazsınız. “Mazlum müslümanları öldürüyorlar” edebiyatı yapıyorlar evet şu an ölenler Müslüman ama onlar yoksul olduğu için öldürülüyor. Bizim gibi birkaç unsurun çabası olmasaydı “modern İsrail ile barbar Araplar” savaşı olarak görünecekti.
Türkiye Cumhuriyeti sonuna kadar meşrudur, devrimci döneme kurulmuştur
Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın haritasının belirlendiği bir dönemde doğdu. Ekim Devrimi olmuş, Birinci Dünya Savaşı bitmiş, her tarafta imparatorluklar parçalanıyor, orada Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkan oluşumlardan bir tanesi. Birileri şunu söylüyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir birim olarak meşruiyeti yok diyor. Hatalı doğumdur, haksız doğumdur, yanlış doğumdur diyor. Emperyalistler de böyle baktı. Biz TKP olarak bu zemine sahip çıkıyoruz. Bizim derdimiz bu ülkenin toplumsal sistem ile ilgili bunu değiştirmeye çalışıyoruz. Ama Türkiye’yi gayrimeşru görmek olabilir mi? Ayrıca devrimci bir döneme doğuyor, devrimci bir dönüşümle doğuyor. Bu da Türkiye soluna empoze edildi. Mesela Cumhuriyet dönüşümleri, orada yapılan reformlar, laiklik, alfabe dönüşümleri, bunların Türkiye’yi geriye düşürdüğünü söyleyen bir sürü solcu oldu. “Yunanlılar kazansaydı” diyenler oldu. Mesele Yunanlılar değil ki İngiliz emperyalizmiyle savaştık biz aslında Yunanlılar orada piyondu. Ne iyi ki ben bir komünistim, Yunanistan’da işgale itiraz eden bir tek komünistlerdi. “Biz bu suça ortak olmayacağız” diyerek öldüler. Türkiye Cumhuriyeti sonuna kadar meşrudur, devrimci döneme kurulmuştur. Ondan sonra olup bitenlerde, savunulmayacak bir öykü var ortada. Türkiye Cumhuriyeti’nin geldiği nokta, yaşanan katliamlar bunları yok saymıyoruz. Orada kendini vatansever olarak gösteren Türk milliyetçiliğiyle ayrışıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti hem işgale hem de çürümüş bir saraya karşı bir devrimci dönüşümdür, bu kadar basittir. Biz o meşru zeminde kurulmuş olan ülkeyi iyiye doğru değiştirmeye, bu düzeni radikal bir şekilde değiştirmeye çalışıyoruz. Ama “o kuruluş gayrimeşrudur” derseniz, ne olacaktı? Yunanistan kazansaydı aslında İngiliz emperyalizmi kazanmış olacaktı. Ekim Devrimi’ne düşmanlık bu aynı zamanda. Çünkü Anadolu’daki milli mücadelenin tek müttefiki Sovyet Rusya’ydı. Farklı toplumsal sistemler ama ortak düşmana karşı bir mücadeleydi. Bu işbirliğinde Bolşevikler de kazandı Kemalistler de kazandı ve devrimci bir dönemdi. Burayı inkar ettiğiniz zaman her şeyi reddediyorsunuz. Ekim Devrimi’ni, Anadolu’daki mücadeleyi, cumhuriyeti, hepsini reddediyorsunuz.
Türkiye’nin bütün sorunlarını göçmenlerin sırtına yüklemeye yönelik bir eğilim var
Göçmen meselesi çok karmaşık bir mesele ve belki de en zor sınavlardan birisi. Türkiye’de eğer güçlü bir işçi sınıfı ve işçi sınıfının hakları olsaydı, Türkiye’ye ucuz işgücü olarak gelen kişilerin uyum sorununu çözerlerdi ve haklarının gasp edilmesini engellerdi ama Türkiye işçi sınıfı örgütsüz. Dolayısıyla cihatçısı geldi, yoksulu geldi, ucuz işgücü geldi, tüccarı geldi, zengini geldi. Zaten Türkiye toplumu kendisi örgütsüzken bir de çok ciddi bir nüfus oranı geldi. Türkiye solu için bu sınav hazırlıklı olunan bir başlık değil ama burada şuna dikkat etmemiz gerekiyor, göçmen düşmanlığı her düzlemde çok tehlikeli bir yol. Zaten herkesin bir yerden göçtüğü bir ülkeyiz biz bunu unutmamak gerekiyor ama öte yandan göçmen romantizmi de çok tehlikeli. Biz de çok dinamik bir şekilde değerlendiriyoruz bu konuyu. Laiklik üzerinden ırkçılık yapan kesimler Türkiye’de aydınlanma mücadelesi mi vermişler? Unutulan bir şey var, cihatçılar geliyor diyorlar ya, Türkiye’den epey bir cihatçı Çeçenistan’a, Bosna’ya, Suriye’ye gitti. Türkiye’nin kendi sorunları zaten vardı. Kadın düşmanlığı, çocuk istismarı, Türkiye’de yok muydu da Suriye’den göçen birisi suç işlediği zaman göçmen düşmanlığı yapılıyor? Fakat şu da bir gerçek ortada bir sorun var ve bu soruna karşı çok dikkatli, özenli bir şekilde yaklaşmak gerekiyor. Sistem de savunmasız ve zararsız öfkeyi oraya kanalize ediyor. Türkiye’nin bütün sorunlarını göçmenlerin sırtına yüklemeye yönelik bir eğilim var. Şu anda mesela Avrupa’da siyaset alanında da göçmen düşmanlığını eski göçmenler yapıyor. Bazı sağ partilerde göçmen Türk siyasetçileri göçmen düşmanlığı yapıyor.