AHA.Her önemli kriz dönemlerinde hem “tarihin sonu” hem de “yeni dönem” konuşulur. 1914, 1929, 1939 böyle dönemlerdir. 1980’ler sonu da böyle bir dönemdir… Tıpkı şimdi Pandemi ile birlikte yaşadığımız “yeni dönem” gibi…
AÇIK FAŞİZM VE SOSYAL DEVLET
1918’de Birinci Dünya Savaşı bittiğinde bu savaş için “tüm savaşları sonlandıran savaş” belirlemesi yapılır ama çok değil 21 yıl sonra, 1939’da tam 6 yıl sürecek ve 60 milyon kişinin öldüğü, atom bombasının kullanıldığı birinciden büyük ikinci bir savaş başlar…
İkinci savaşa giden yolda 1929 büyük krizi çok belirleyici olur. Tam bu dönemde İtalya, Almanya, İspanya gibi Avrupa’nın önemli ülkelerinde önce otoriter yapılar, sonra da faşist rejimler inşa edilirken, İsveç’te tam tersi olur…
İsveç’te 1920’ların ilk yıllarından itibaren belirleyici bir konuma sahip Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1929’da başlayan büyük bunalım döneminde, faşizmin esen güçlü rüzgarına karşı İsveç Köylü Partisi’ni de yanına alarak ekonomik krize karşı devlet müdahalesini öngören programını öne çıkarmış, Anayasası’na “bireyin kişisel, iktisadi ve kültürel refahı, kamusal etkinliklerin ana hedefi olmalıdır. Kamunun görevi, her şeyden önce, çalışma, konut ve eğitim hakkını güvenceye almak ve iyi yaşam koşullarında sosyal güvenliği sağlamaktır” diye yazar ve İsveç, eğitim, sağlık, emeklilik, sosyal yardım ve işsizlik sigortası üzerine kurulan taşıyıcı sütunlar üzerinden yükselmeye başlar. Faşizmin büyüttüğü örgütlü kötülük kıtaya hakim olurken, İsveç sosyal demokratları “örnek evde ayrıcalıklı olanlara ya da itilenlere yer yoktur, ne üstün tutulanlar ne de üvey evlatlar vardır orada. Kimse kimseyi kendinden küçük görmez, kimse kimsenin sırtından yarar sağlamaya çalışmaz, güçlü olan güçsüzü ezmez ve eşyalarına el koymaz” yaklaşımını öne çıkarır. İsveç’te sosyal refah devletinin kurulmasının önemli sembollerinden biri olan ve bayrağı 1969’da Olaf Palme’ye devredene kadar uzun yıllar başbakanlık yapan ülkesinin NATO dışında kalmasını sağlayan ve 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı da imzalayan Tage Erlander bu durumu, “Orta Avrupa’da sokaklarda barikatlar kuruldu. İsveç’te ise engelsiz kavşaklar üzerinden ilerlemeye çalışıldı“ diye anlatır…
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde kendi ülkelerinde, hem kendi halkına hem de diğer halklara barikatlar kuran Almanya, İtalya gibi ülkelerdeki faşist rejimler yenilirken, İsveç, diğer İskandinav ülkelerini de etkileyerek sosyal refah devleti modelini geliştirir. Sovyetlerin savaştan galip çıkması, Avrupa’nın doğusunda sosyalizmi bir sisteme dönüştürürken, Avrupa’nın batısındaki yenik ülkelerinde de hem faşizmden kaçışın hem de “sosyalizm tehlikesinin” etkisiyle “sosyal devlet” modelleri öne çıkmaya başlar, Almanya başta olmak üzere Sosyal Demokrat partiler bunun önemli yürütücüleri olurlar…
Bu model Avrupa ile sınırlı kalmaz, savaştan yenilerek çıkan ve demokrasisi hep tartışılan Japonya yeni Anayasası’nda “herkesin eşit vatandaşlık bağıyla devlete bağlı olması” kuralını öne çıkarır, cinsiyet ve sınıf ayrımı gözetmeksizin herkese mecburi eğitim hizmeti vermeye başlar, toprak ve vergi reformları yapar ve hem de “muhafazakar parti” eliyle sosyal devleti inşa eder. (Liberal Demokrat Parti, 1955-1993 arası Japonya’yı tek başına ve kesintisiz yönetir.)
Hem Avrupa’da, hem de Japonya’da uzun süre aynı partilerin iktidarda kalıp sosyal devletleri yönetmeleri partilerin kendi içlerinde farklı eğilimleri taşımış olmalarının, adeta birer koalisyon partileri olmalarının etkisi vardır. Avrupa sosyal demokrat partileri bu yüzden “kanatlı” partilerdir. Japonya’da ülkeyi kısa aralıklar hariç,1955 -2015 arasında tek başına yöneten parti Liberal Demokrat Parti (LDP) olsa da bu sürede tam 46 hükümet kurulmuş ve hükümetlerin ortalama ömrü 15 ay civarında olmuştur, çünkü LDP aynı zamanda bir “koalisyon partisi” gibidir, 46 hükümet parti içi çatışmaların sonucudur…
Nitekim yüzü “sosyal devlete” dönük ülkelerde yasalar, siyaset kurumları, uzmanlar ve yasadan etkilenecek toplumsal grupların temsilcilerinin yan yana gelmesiyle şekillenir. “Remiss Yöntemi” ya da “fikir alma süreci” de denebilecek bu yöntemin temelinde, uzlaşmaya ve fikir birliğine dayalı bir toplum düşüncesi yatar. Sistem uzlaşma, müzakere ve entegrasyon üzerine kuruludur. Merkezi devlet, özyönetim gibi çalışan belediyeler ve yaygın sivil toplum örgütleri üçlü bir sacayağı gibidir…
Bu yaklaşımın da bir sonucu olarak 1930’larden itibaren İsveç’te, 1950’lerden itibaren Batı Avrupa’da sosyal demokrasi “altın çağını” yaşamıştır. Kendilerini sosyal demokrat olarak nitelemeseler de (-ki sosyal demokrat kavramı daha çok Avrupa’da kullanılan bir kavramdır) halkçı-devrimci-Bolivarcı partiler de Latin Amerika’da “Avrupa’daki gibi” olmasa da 10-15 yıla yayılan kısa ama “parlak” bir dönem yaşamışlardır…
1980’lerin sonunda sosyalist sistemin çökmesi ile ABD ve AB’nin etkisinde “yeni bir dünya düzeni” kurulmuş, “düzen tekleşince” de “ideolojilerin sonunun” geldiği ilan edilmiş ve sosyalizm tehlikesinden “kurtulan” kapitalist sistem, sosyal devlet uygulamalarından ve fikriyatından hızla uzaklaşmaya başlamıştır.
Bilişim teknolojisinin gelişmesi, sermayenin “online” olması, kripto paraların devreye girmesi, klasik “işçi sınıfı” kavramının değişmesi, kadın istihdamının artması, esnek çalışma, göçmenlik, “yeni milliyetçilik”, “yeni faşizm” gibi birçok yeni kavramın ortaya çıkmasıyla, “neo-liberal” ekonomi ve politika adı konmamış yeni bir ideolojik hegemonya yaratırken, sosyal demokrasi bu hegemonyanın etkisinde kalmıştır. Nitekim, İngiltere’de İşçi Partisi lideri Blair başta olmak üzere sosyal demokrat partiler de önce küresel kapitalizmle doğrudan hesaplaşmak yerine “üçüncü yol” kavramını öne çıkarmışlar sonra da tümüyle “merkeze” yaslanınca, demokrasi ve sosyal devlet lehine kazanılan tüm haklar, demokratik tüm ileri adımlar bir bir geri alınmaya başlanmış, özellikle ABD’de Trump’la birlikte, bizde olduğu gibi bir çok ülkede otoriter ve tek adam rejimleri bütün dünyada tıpkı 1930’lardaki gibi yeniden ağırlık oluşturmaya başlamıştır.
Ancak bu siyasal iklim uzun sürmez, bilerek ve isteyerek adı konulmadan konuşulan kapitalizmde kriz öne çıkmaya, bir yanda işsizlik ve yoksulluk artmaya, sosyal devlet güvencesi hızla yok olmaya, diğer yanda da bizim coğrafyamızda olduğu gibi bölgesel savaşlar-çatışmalar arttıkça büyük göç dalgaları ortaya çıkınca “merkezler” çökmeye başlar. Yalnızca sosyal demokrat partiler değil, merkez sağ partiler de güç kaybetmeye başlar…
YENİ FAŞİZM VE DİJİTAL DÜNYA
Pandemi bütün dünyada, devletlerde de, siyasal sistemlerde de yaşanan krizin boyutlarını ortaya çıkardı. Yalnızca ekonomik krizi ortaya çıkarmadı, sistemin krizini ortaya çıkardı, zenginlerle yoksullar arasındaki makas olağanüstü büyüdü, aşı bulmada da, aşı olmada da adaletsizliğin ve eşitsizliğin her alanda ne kadar büyük olduğunu da gördük…
Öyle görülüyor ki, 20. Yüzyıl, kalabalıkların kudretinin öne çıktığı kitleler çağıydı, şimdi başlayan “dijital çağ” kitleleri önemsizleştiren bir yere doğru evriliyor. Örneğin Amazon’un kurucusu Jeff Bezos yalnızca 2020 yılında kazandığı parayla istese 876 bin çalışanının tümüne 105’er bin dolar ikramiye dağıtabilirdi ve serveti yine de salgın öncesiyle aynı kalırdı.
BİR FİRMANIN DEĞERİ TÜRKİYE BÜTÇESİNDEN BÜYÜK
Bu bilinen gerçeklik karşısında en iddialı sosyal devletler bile eşitsizliği çözmek için hamle yapmak yerine eşitsizliği yönetmek için kendini konumlandırmış durumdalar, çünkü güç dengeleri de değişti, ekonomide etkin olan güçler de. Enerji, sağlık, silah gibi sektörler ağırlıklarını devam ettirseler de bilişim sektörü yalnızca 10-15 yıl içinde inanılmaz bir sıçrama yaptı, kapitalist sistemin yarattığı artı değer hesap edilemeyen boyutlara geldi. Bugün dünyanın hem ciro hem de marka değeri en yüksek 10 firmasından 7’si bilişim firması. Bugün bir tek bilişim firması bırakınız yoksul ülkeleri G20 içinde yer alan ülkelerin yıllık bütçelerinden daha fazla bütçeye sahip hale geldiler. Örneğin birinci sıradaki Apple 2 milyar 250 milyar Dolar piyasa değeriyle Türkiye bütçesinin neredeyse 3 katı, Facebook’un piyasa değeri ise neredeyse Türkiye bütçesi kadar…
İşsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği, sosyal devletten uzaklaşma, ırkçı ve kimlikçi bir zeminde gelişen kriz otoriter yapıları ve yeni faşizmi ortaya çıkarıyor. Geniş yığınların sistemi sorgulaması fiili olarak engellediği gibi, yalnızca “hayata tutunmalarını” sağlamları için müthiş bir yönlendirme yapılıyor. Otoriter devletlerde yeni bir oligarşik yapı şekillenip, yönetenlerin sayısı giderek azalırken, devletlerin yerini de şirketler almaya başlıyor. Bugün hayatımızın “zorunlu” bir parçasına dönüştürülen teknolojik-dijital aletlerin, cep telefonundan uzaya gönderilen uydulara kadar ezici bir çoğunluğu özel şirketler üretiyor.
4.0 OLMADI 5.0 DEMOKRASİ GETİRİR Mİ?
Bu gerçeklik bizi tereddütsüz “şirket ülkelere” ve Orwell’in 1984’deki “kurgu bilim romanını” solda sıfır bırakacak büyük dijital diktatörlüklere götürebilir. Çünkü kriter tek: En az vergi, en az işçi ücreti, en yüksek kar, belki de “en az insan”!
Bugün kişisel veriler “altın” değerinde, para hızla merkez bankalarındaki basılı paralardan sanal paralara dönüşüyor. “Yeni burjuvaziye” olağanüstü para kazandıran ve sermayenin sınırlı elde birikmesini sağlayan “toplum 3.0 ve sanayi 4.0”dan sonra “Toplum 5.0” devrede…
Toplum 5.0, Sanayi 4.0 gibi daha verimli üretimle zenginleşmenin ve bu zenginliği daha adil paylaşabilecek bir toplumun potansiyelini daha fazla içinde taşıyor. Sanayi 4.0 üretim araçları üzerindeki mülkiyetin önemini görece yitirilmesini sağlasa da, “dijital sermaye” daha az elde toplandı. Sermaye tabana yayılmadı, iddia edildiği gibi eşitlikçi bir toplum düzenini tetiklemedi, sınıfsal dengeyi geniş yığınlar aleyhine bozdu, yeni meslek grupları ortaya çıksa da kaybolan / kaybolmaya başlayan mesleklerin de etkisiyle işsizlik derinleşti…
Avcı toplumu ile başlayan toplumsal uygarlık, önce tarım toplumuna, sonra sanayi toplumuna, arkasından da bilgi toplumlarına, sonra Sanayi 4.0’a ve şimdilerde Toplum 5,0’a kadar uzandı…
“Sanayi 4.0”a adını Almanlar verirken, “Toplum 5.0”ı da Japonlar adlandırdı…
Japonların adını koyduğu ve geliştirdiği bu modelde iddia o ki, en genel ifadesiyle “sömürü değil, eşitlik olacak”, “Toplum 5.0’da zenginlik ve bilgi, toplumun tümüne dağıtılacak, yaratıcı topluluk öne çıkacak, dijitalleşme ve Toplum 5.0 eşitsizliği engelleyecek. Zenginliğin ve bilginin belli azınlıkların elinde yoğunlaşması engellenecek, insanlar arası eşitsizlik bitecek, ortay çıkan faydalar toplumun tüm oyuncuları tarafından paylaşılacak, “fiziksel alan ile siber alanın çok güçlü bir şeklide entegre olmasından doğan süper akıllı toplum doğacak…”
Dijital dünyada, yapay zekalar üzerinden o kadar fazla yeni teknolojinin geliştiği bu gelişmenin bilim kurgu filmlerini “gerçeğe” dönüştürdüğü bir ortamda geniş yığınların komünizm hayalinde olduğu gibi eşitlenmesi ya da İsveç’le başlayan “Sosyal Refah Devleti” modeliyle buluşmasının kolay olmadığını artan eşitsizliği dikkat alırsak gerçekçi görmek mümkün değil!
Çünkü sistem artı değer ve eşitsizlikler üzerine kurulu, devletler Anayasalarda “eşitliği” telaffuz ediyor olsalar da, fiili olarak azınlığın çıkarlarını savunan bir üst yapı kurumu…
Hangisi gerçek, dijital çağın eşitsizliği derinleştireceği ve insanı önemsizleştireceği mi, eşitlik, insan ve doğa için bir şans mı olacağının belirlenmesi yeni bir bakışı, kendini yenileyen bir sosyal demokrasiyi zorunlu kılıyor…
Hem burjuvazinin hem de “proletaryanın” yani sınıfların yapısı ve isimleri de değişirken, bugünü ve yarını yalnızca dünün modelleriyle açıklamak mümkün değil.
Evet “Eşitlik, Kardeşlik, Özgürlük” kavramları 1798 Fransız devriminde sembol kavramlara dönüşse de uygarlığın başından itibaren hep varolagelmiş kavramlardır ve üretim ilişkileri, sınıfların pozisyonu gibi bir çok şey değişse de bu talepleri değişmedi!
1920’lerdeki İsveç’in tercihi ile Almanya ve İtalya’nın tercihleri dün önemliydi, bugün de insanlığın bu kutsal değerleri için önemli. Yeni faşizm, dijitalleşmeyle bütünleşerek “altta kalanın canı çıksın” diyerek dijital diktatörlüğe yönelme potansiyelini taşırken, “aslolan bütün insanlığın mutluluğu ve refahı” diyen sosyal demokrasi tam da bu dönemde rol üstlenmeli…
Deneyler gösteriyor ki, krizin kendisi, geleceğe dönük belirsizlik, geniş halk kitlelerini kolaylıkla otoriter eğilimleri desteklemeye yöneltebilir. Macaristan’da Başbakan Viktor Orban’ın koronavirüs salgınını gerekçe göstererek meclisten kendisine ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisi alması önemli bir örnektir! 1920’ler İtalyası’nda Mussolini, 1933 Almanya’sında Hitler benzer yetkiler almıştı!
ROL DEĞİŞİMİ ŞART, SOSYAL DEMOKRASİ ROL ÜSTLENMELİ
“21. Yüzyıl için 21 Ders” kitabında Harari “1938’de insanların tercih edebileceği üç küresel anlatı mevcuttu. Bu 1968’de iki, 1998’de de tek bir anlatı hüküm sürüyor gibiydi. 2018’de ise elimiz boş kaldı” belirlemesi yapıyor. Üstelik bunu bütün dünya için söylüyor…
“Boş kalan eli” doldurmak, bu eli bütün üretimi bir avuç azınlığın değil, çoğunluğun lehine sosyal refah devleti hayaliyle doldurmak mümkün. Rol değişikliği tam da bunun için gerekli! Krizden çıkışı, insanlığın ortaya çıkışından bu yana yaşanan eşitsizliğe karşı tavrı tesadüflere de, niyetlere de bırakmayız.
Gustave Le Bon “Kitleler Psikolojisi” adlı kitabında diyor ki, “kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamışlardır. Onları hayallere çekmesini bilenler onlara hâkim olurlar ve hülyalarını ortadan kaldıranlarda onların kurbanı olurlar.”
Sosyal demokrasi geniş kitleleri eşitlik ve özgürlük hayallerine çekecek bir ideolojik-politik duruşun adıdır. Yalnızca bu bile 21. yüzyılda sosyal demokrasinin radikal müdahalelerine ihtiyacı zorunlu kılıyor…
Bütün bu tartışmalardan çıkışın anahtarı “kamucu bir sosyal devlet” modelinde yatıyor. Bunu da ancak sosyal demokrasi yapar!
Bunun ilk adımı sistemle hesaplaşmadan geçiyor.
Kapitalizm her yerde artık daha vahşi, daha acımazsız hale geldiği için orta yerdeki “otoriter demokrasiler” neredeyse “sıradan” her talebi devrimcileştirdi! Bundan dolayı, sosyal demokrasinin kamuculuğu, kooperatifçiliği, kimlikleri aşan eşit yurttaşlık, adalet, özgürlük, tam demokrasi gibi önermeleri bugün yalnızca Türkiye’de değil, Avrupa’da da, dünyanın her yerinde de devrimci taleplere dönüşmüştür…
KAMUCULUK VE SOSYAL DEVLET
Bizde nasıl ki adı “kamu-özel yatırımları” olan ve “özel yatırımcıya” ayrıcalık tanıyan dev yatırımlara karşı haklı olarak kamulaştırma önerileri ortaya çıkıyorsa başka ülkelerde de benzer öneriler öne çıkıyor…
Örneğin, Almanya’da SPD’nin Gençlik örgütü JUSO’nun o dönemki başkanı, şimdi SPD’nin Genel Başkan Yardımcısı Kevin Kühnert, 2019’da 100 milyar Euro üzerinde cirosu, 134 bin çalışanı olan “BMW gibi büyük sanayi kuruluşlarının şimdiki biçimde olmasına gerek yok. Her şeyden önce elde ettiği kârın demokratik şekilde kontrol edilmesi gerekiyor. Böyle bir işletmeye kapitalist bir sahibin olmasına da gerek yok. Değeri yaratan on binlerce insan neden bağımlılık nedeniyle pazarlık yaptıkları ücretle yetinsinler” demesi, arkasından da “emlak devlerinin elindeki konut sektörünün kamulaştırılmalı, herkesin sadece ‘kendi yaşadığı evin sahibi olmalı” dediğinde bu yaklaşımlar Almanya’da adeta deprem etkisi yarattı. Yalnızca muhafazakar dünyada değil, SPD içinde de dirençle karşılaşan bu “etki” bugün Almanya’dan İngiltere’ye Arjantin’den ABD’ye kadar “Servet Vergisi” olarak konuşuluyor, “süper-zenginlerden daha çok vergi alıp, bunu Pandemi ile mücadele de kullanmalıyız” deniliyor!
ABD’de Demokrat Parti’nin “Değişim cesaret gerektirir” diyen 1989 doğumlu en genç senatörlerinden Alexandria Ocasio-Cortez servet vergisi önermesini bir adım daha ileri taşıyıp geçenlerde “yıllık geliri 10 milyon doların üzerinde kazananların yüzde 70 vergi alınmalı” demişti. Yine ABD’de Biden ile girdiği ön seçim yarışını kaybetse de “sosyal devlet” fikrinden vazgeçmeyen Berni Sanders “Dünyanın her ülkesinde, milyarder sınıfa istedikleri her şeyin olamayacağını söyleyen bir lider kadrosuna ihtiyaç var. Bu gezegenin nüfusunun yüzde 1’i, geri kalan yüzde 99’undan daha fazla zengin, bunu değiştirmek için Amerika’ya siyasal bir devrim gerekli” derken İngiltere’de de İşçi Partisi Genel Başkanı Jeremy Corby “bilişim şirketleri, su ve enerji kamulaştırılmalı ve geliri yurttaşların eşitliği için kullanılmalı” demiş, “Günümüzde yeni devletçilik güçlü sosyal devleti savunmaktır, ürettiğini hakça bölüşen, eşitlikçi bir toplum yaratmak mümkün” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da bu tartışmaların başka bir boyutuna dikkat çekmişti…
Bu yaklaşımların hayat bulabilmesi için sosyal demokrasinin kendisini devrimci bir yaklaşımla yeniden yapılandırmasından, refah devleti projesini de siyaseten yeniden şekillendirmesinden geçmektedir…
Devletin yeniden sosyalleşeceği, büyük artı değerlerin vatandaşlar lehine işsizliği ortadan kaldıran, yoksulluk sorunun çözen ve ortaya çıkan artı değerin bir bütün olarak toplumun refah seviyesinin yükseltmesini öneren yaklaşımların sesi bu nedenle artırmalı…
Bilişimin arttığı, biyoteknolojinin güçlendiği, yapay zekanın öne çıktığı yeni dönemi insanlık lehine gelişme olarak görmek mümkün olsa da, eğer bu dönem ortaya çıkan devasa artı değer kamu lehine kullanılmazsa “vahşi kapitalizm” bütün insanlık ve hatta gezegenimiz için ciddi bir tehlike oluşturacaktır…
Yurttaşlık kavramı giderek önemsizleştirirken, yaşanan sistem sanki kapitalizm değilmiş gibi, yeni bir sistem önermesi olmayanlar / olamayanlar, bireyleri merkeze alarak, sistemin, kapitalizmin sorumluğunu gizleme çabası içine giriyorlar…
Ve zaman kazanarak iktidarlarını sürdürebilmek için örneğin Avrupa’da kendine bağımlı yabancı düşmanı, ırkçı ve faşizan gruplar yaratırken, bizde de dini kimlikler üzerinden cemaatleri ve tarikatları örgütlüyorlar, yeni faşizmi örgütlüyorlar.
Ve bu koşullarda hukuku, katımcılı bir parlamenter demokrasiyi, yerel yönetimlere daha fazla söz hakkını, eşit ve adil paylaşımı savunmak neredeyse radikal talepler haline dönüşüyor.
Yoksulluğu ve işsizliği çözmek yerine bu gerçekleri yönetmeye çalışan iktidarlar özellikle ikinci dünya savaşı sonrası öne çıkan sosyal devletlerin vatandaşa hak olarak sunduğu birçok şeyi “yardım” adı altında lütuf olarak sunmaya kalkıyor, ilerlemeye ve dolayısıyla demokrasiye direniyorlar.
BAŞKA BİR DÜZEN MÜMKÜN
Demokrasi ile sosyalizm idealini birleştiren, eşitlikçi, özgürlükçü başka bir düzen kurmak mümkündür. 21. yüzyıl sosyal demokrasinin “sosyal refah devleti üzerinden” adaleti ve eşitliği sağladığı bir yüzyıl olabilir. Çünkü “krizler ne kadar acılı ve tehlikeli olsalar da, savaşların verildiği ve kazanıldığı zeminlerdir”.
“Vatandaş bireyci olmayı ve kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne koymayı tercih edebilir. Ama toplumsal bir yapının parçası olarak, bir vatandaş bireyciliği bir yana koyarak toplumsal bir irade yaratmaya çalışacaktır. Bu nedenle hukuk bütün olarak neyin toplum için faydalı olduğuna karar vermeli ve bireyler buna razı olmalı ya da zorla razı edilmelidir” diyen “Toplumsal Sözleşme”nin babası Jean-Jacques Rousseau’ya kulak verme zamanı…
(İkinci Yüzyıl Dergisi’nde yayınlandı)
10 Mayıs 2021, İstanbul
Necdet Saraç