HABERMAX.TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın dünya komünist hareketi üzerine kaleme aldığı makale geçtiğimiz Şubat ayında yayınlanmış ve uluslararası komünsit hareket içinde oldukça ilgi görmüştü.
İngilizce, İspanyolca, Rusça ve İtalyanca dillerine çevrilen makalenin tamamını sizlerle paylaşıyoruz:
“Dünya Komünist Hareketi” Üzerine Sesli Düşünceler
Alışkanlığın ürünü olarak zaman zaman “dünya komünist hareketi” ifadesini kullandığımız oluyor. Oysa bugün dünya komünist hareketi nitelemesini hak eden bir olgudan söz edemiyoruz.
Dünyanın hemen her ülkesinde komünistler var, birçok ülkede komünist adını taşıyan parti ya da oluşumlar faaliyet gösteriyor. Bunların bazıları ülkelerinde oldukça etkili, bazıları iktidarda. Hatta diyebiliriz ki, komünist partileri, Komünist Enternasyonal’in kurulduğu 1919 ve onu takip eden birkaç yılla kıyaslandığında bugün çok daha hacimli.
Ama yine de bir hareketten söz edemiyoruz.
Çünkü bütün iç çelişkilerine rağmen bir hareketin doğrultusu olur. Bugün komünist partilerinin bir harekette arayacağımız ortak bir doğrultuya sahip olmadıkları ortada.
O zaman şu soruyu yanıtlamamız gerekiyor: Bugün komünistlerin uluslararası bir harekete dönüşmesi mümkün mü?
“Komünist Parti” insanlığı sınıfsız sömürüsüz topluma taşıma irade ve kararlılığı ile tanımlanabilir. Bileşenlerinin özgünlük ve zenginliklerini korumakla birlikte, tüm dokusunda söz konusu irade ve kararlılığı öne çıkarmayan bir toplam “dünya komünist hareketi”ne dönüşemez.
Bu söylenenler bir eleştiri ya da polemik olarak değil, bir durum saptaması olarak görülmeli.
Demokrasi ya da barış mücadelesi, bu mücadelede öne çıkmak, komünist partilerin tarihsel misyonlarının yerine geçemez. Benzer biçimde ABD emperyalizmine karşı mücadele komünist partiler için vazgeçilmez, savsaklanamayacak bir görev olmakla birlikte, ayrıştırıcı bir özellik değildir.
Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için geçmişin tanıklığından yararlanabiliriz.
Dünya komünist hareketinin 1933-1945 arasında baskın bir biçimde faşizme karşı mücadeleye odaklandığını, bunun dışındaki misyon ve hedefleri geriye çektiğini biliyoruz. Ama o dönem için yine de dünya komünist hareketi adlandırmasını kullanıyoruz. Bunu SSCB’nin varlığı ile açıklarken unutmamamız gereken, SSCB’nin “sınıfsız sömürüsüz bir dünya için mücadele” perspektifini bu dönemde dahi merkezde tuttuğu, yapılan bazı hatalara karşın, dünya devrim sürecinin ileriye doğru atılımı için ortaya çıkan fırsatları değerlendirme çabası içinde olduğudur.
Komünist Enternasyonal, eğer sadece ve sadece Halk Cephesi politikalarına indirgenebilseydi, tarihsel bağlamda dünya komünist hareketinin 1930’lardan başlayarak sönümlendiğini pekala söyleyebilirdik.
Bu yaklaşımın faşizme karşı mücadeleyi ya da benzer görevleri küçümsemekle bir ilgisi olmadığı anlaşılıyor olsa gerek. Sadece, “dünya komünist hareketi” tanımının komünizmin tarihsel misyonuna uygun bir doğrultu ortaklığına gereksindiğini hatırlatmak amacındayız.
Zaten üzerinde durmamız gereken, bu tarihsel misyonun yeniden öne çıktığı, bugün birbirinden farklı uğrak ve gündemlere sahip komünist partilerin her birini etkileyen ve ona şekil veren bir ağırlığa kavuştuğu döneme nasıl ulaşılacağıdır.
Komünizmin uluslararası alanda böyle bir etki ve ağırlığa ulaşmasının nesnel koşullarla ilgili bir yanı olduğu muhakkak. Bununla birlikte, kapitalizmin istisnasız bütün ülkelerde ekonomik, siyasal ve ideolojik açılardan aşılması imkansız bir tıkanıklıkla karşı karşıya olduğu günümüzde komünist hareketin sıçramasını bilinmeyen bir tarihte beliriverecek uygun bir konjonktüre bağlamak ciddi bir yanılgı olacaktır. Sermaye egemenliğinin krizden krize yuvarlandığı ve insanlığa sahte de olsa hiçbir umut üretemediği bir ortamda, komünistlerin koşullardan şikayet etmek yerine öznel faktörle ilgili değerlendirmeleri başa yazması gerektiği ortada.
Cesaretle tartışmamız gerekiyor.
Komünist Parti Manifestosu’nun eşsiz bir dille yazılmasından sonraki birkaç on yıl boyunca dünya devrim süreci, yaklaşmakta olan zorlu mücadeleler için gerekli olan kuramsal ve siyasal referanslara sahip olmaya başladı. Ayrışma ve yakınlaşma her zaman referansa gereksinim duyar. 20. yüzyıla girildiğinde Marksizm işçi sınıfı hareketi için temel referans haline gelerek, rakibi olan anarşizme üstünlük sağlamıştı. Bununla birlikte, Marksist hareketin parçalanması için fazla beklemek gerekmedi. “Birlik” halinde olmanın her durumda iyi bir şey olduğunu söyleyenlerin bile kaçınılmaz ve gerekli gördüğü bir ayrışmaydı bu. Marksistler kabaca devrimci ve reformist, iki farklı yola girmişti.
Zamanla Marksizmin reformist bir yorumu olamayacağı görüldü. Sosyal demokrasi işçi sınıfına tarihinin en ağır ihanetini yaşatarak devrimci safları terk etti.
Bu aynı zamanda dünyada artık “komünist” adını tercih eden devrimcilerin referanslarını yenilediği, güçlendirdiği bir dönemin açılması anlamına geliyordu. 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal’e katılmanın 21 koşulu bu referansların en keskin ifadesi olarak pekala görülebilirdi.
Dünyada devrimci dalganın geriye çekildiği 1924 yılı ile birlikte sözü edilen kuramsal ve siyasal referanslarda belli bir aşınmanın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Alman faşizmi ve sonrasında İkinci Dünya Savaşı bu aşınmayı hızlandırdı.
Aslında 1924-1945 arası dönem, Komintern’in kuruluş felsefesine inat, genç komünist partilerin her birini kendi gerçeklikleriyle karşı karşıya bırakmış, buna ek olarak dünya devrim sürecinin genel çıkarları açısından her birine farklı sorumluluklar yüklemişti.
Her şeye rağmen Ekim Devrimi’nin ve onun en değerli ürünü olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin varlığı ve söz konusu yıllarda planlı ekonomiye geçiş, sanayileşme ve tarımda kolektivizasyonla güçlenen sosyalizmi kurma iradesi komünist partiler için son derece değerli bir tarihsel çerçeve sunuyordu. Bu irade savrulmaları engellediği gibi, ileriye doğru atılımlar için gerekli zemini de sağlıyordu. Faşizmin yenilgiye uğratılması ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sosyalizmin güçlenerek çıkması bu tabloyu pekiştirdi.
Ancak dünya komünist hareketi, Sovyetler Birliği’nin prestiji sayesinde koruduğu bütünlüğünü zedeleyen çok ciddi iç sorunlarla karşı karşıyaydı.
Referanslar silikleşmiş, bazı açılardan kopulduğu sanılan “reformist Marksizm” yeniden kendisini hissettirir hale gelmişti.
SBPK Genel Sekreteri Hruşçov’un 1956’da 20. Kongre’nin kapanışında yaptığı konuşma dünya komünist hareketini güvenilir limanda tutan son halatları da kopardı, daha da önemlisi 1917 yılından bu yana ona hakim olan iyimserliği yerle bir etti.
İlginç olan, Hruşçov’un çarpıtma dolu konuşmasının dünya komünist hareketinde sağlıklı bir tartışma ve buna bağlı bir ayrışmaya yol açmamasıdır.
Oysa komünist hareketin 1919’daki ilkeleri koruması ve güncellemesi ve kendisini güçlendirilmiş kuramsal ve siyasal referanslara bağlaması gerekiyordu. Bunun yerine aslında ortak bir zemine sahip olmayan çok sayıda partinin dünya devriminin hâlâ en önemli kazanımı olmayı sürdüren Sovyetler Birliği ile kendince ilişkilendiği bir dağınıklık ortaya çıktı.
Çin Halk Cumhuriyeti ile SSCB arasındaki sorunun şiddetli bir kopuşa dönüşmesi de sağlıklı bir taraflaşma yaratmadı. Bu kopuşun ardından açılan dönemde SBKP ile yakın ilişkiye devam eden partiler arasındaki açı büyümeye devam etti. Doğu ve Orta Avrupa’daki Halk Cumhuriyetleri’nde iktidardaki partilerin bir bölümü 1944-1949 arasındaki dönemki toplumsal zayıflıklarını ideolojik açıdan melezleşmeyle kapatmaya kalktıklarından dünya komünist hareketinin iç dengeleri iyice karmaşık hale gelmişti. Ancak sorun çok daha büyüktü. Örneğin 1960’larda yalnızca iktidara geldiği küçük adada değil, Latin Amerika’dan başlayarak bütün dünyada komünist harekete yeni bir dinamizm getiren Küba Komünist Partisi ile Avro-Komünizme yönelen bazı partiler arasında neredeyse tek ortak nokta Sovyetler Birliği ile dostluktu.
Sonuçta Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar dünya komünist hareketini ileri çekecek bir tartışma ve ayrışma gerçekleşmedi.
1991’den sonra ise artık ne herkesi olmasa bile birçok partiyi kendisine bağlı tutan SBKP vardı ne de komünist partilerin kendisini ona göre ayarlayabileceği bir eksen.
Başta Yunanistan Komünist Partisi olmak üzere, bazı partilerin son derece anlamlı olan çabasıyla komünizm adına elde ne kaldıysa onun toplanması, bir araya getirilmesi öncelikli görev haline geldi. Komünist ve İşçi Partileri 22 kez bir araya geldi. Bunun kendisi son derece önemliydi. Ne var ki, bu dönem komünist hareketin ihtiyaç duyduğu şekilde kendi referanslarını yeniden oluşturmasına yaramadı.
Ve giderek komünist partilerin kuramsal ve siyasal referanslara pek de ihtiyaç duymadığı algısı pekişmeye başladı.
Bugün yalnızca Komünist ve İşçi Partileri toplantılarına katılan SolidNet üyesi partileri değil, kendisini komünist olarak niteleyen bütün partileri hesaba kattığımızda gözlenebilecek köklü farklılıkları masaya yatırmak için elimizde işleyen bir mekanizma yok.
Önümüzdeki dönem asla taviz verilmemesi gerektiğini düşündüğümüz içişlerine karışmama ilkesinin arkasına sığınarak bu iletişimsizliği rasyonalize etmek büyük bir hata olur. Son tahlilde dünya devrim süreci bir bütündür ve kendisini komünist olarak niteleyen her partinin o süreçle nasıl bir ilişki kurduğu, o sürecin parçası olan bütün aktörleri ilgilendirir.
Bu yazı, verili koşullarda komünist partiler arasındaki ilişkinin alması gereken biçimlere ilişkin mütevazı bir sesli düşünme olarak okunabilir.
En sonda söylenebilecek olanı şimdi vurgulamakta yarar var. Bugün komünist partiler arasında kimsenin yadsıyamayacağı derin görüş ayrılıklarına karşın, sağlıklı bir taraflaşma ya da bölünme için bir zemin bulunmamaktadır.
Tartışmanın, gerçek bir tartışmanın örgütlenmesi gerekiyor.
Komünist partilerin hem kendi içlerinde hem kendi aralarında ideolojik bir hesaplaşmaya girmelerine dönük bir çağrı olarak anlaşılmamalı bu. Kapitalizmin çürümesinin boyutları komünist partilerini bir an önce gerçek bir seçenek oluşturma görevi ile karşı karşıya bırakıyor. Bu dönem akademik, teorik bir tartışmayla yetinemeyiz.
İhtiyacımız şudur: Her bir komünist partisinin hangi kuramsal ve siyasal referanslarla hareket ettiğine ilişkin bir açıklığın yaratılması. Bu sürecin tek tek partilerin iç sorunu olduğunu düşünmek anlamsız. Etkileşim, Marksizm gibi evrensel bir hareket için en önemli ayrıcalıklardan biridir.
Ne yazık ki şu anda komünist partilerinin birbirini dinlemesi, birbirini anlamaya çalışması açısından sağlıklı bir dönemden geçmiyoruz. İhtiyaç, kimsenin kimseyi yaftalamaksızın gerçek bir tartışma zeminin yaratılmasına katkı koymasındadır. Yaftalamak için yeterli veri olsa bile bundan kaçınmanın gerekmesi, siyasi nezaketle değil içinden geçtiğimiz dönemin özgünlükleri ile ilgilidir.
Komünist partilerinin referanslarını yitirmesi, neredeyse 70 yıla yayılan bir sürecin ürünüdür. Bu sorun erken kopuş ya da ayrışma denemeleriyle çözülemeyecek kadar derindir.
Kuşkusuz kendisini birbirine yakın hisseden ve stratejik ortaklık kurabileceğini düşünen partiler bunu pekiştirecek ikili, çoklu, bölgesel ya da uluslararası platformlar kurabilirler ve kurmalılar. Ancak gerçek şudur ki, bunların söz konusu referansların oluşumuna katkısı sınırlı olacaktır.
Sağlıklı bir tartışmanın örgütlenmesi reformist, sekter, maceracı, oportünist gibi sıfatların rahatlıkla kullanılmasının önüne geçmeyi gerektiriyor. Dediğim gibi siyasi nezaket değil burada belirleyici olan. Geçmişte çok daha sert, can acıtıcı sıfatlar kullanıldığı oldu Marksistler arasında. Ama bu gerilimlerin her birisi, kendilerini ortaklaştıran ve var olduğu düşünülen referans noktalarından hareketle olgunlaştı.
Sanırım artık “referans” sözcüğünden ne anladığımıza açıklık getirmek gerekiyor.
Uluslararası alanda Marksizmin bağrında yeşerip kabul gören tarihsel, teorik ve ahlaki kalkış noktalarından söz ediyoruz. Örneğin İkinci Enternasyonel henüz 1914’ün utancını yaşamamışken emperyalist savaşa kategorik olarak karşı çıkmak, herkesin birleştiği bir ilkesel tutumdu. Konuya ilişkin o zamanlar henüz tam olarak bilince çıkmayan farklılıklara karşın bu ilke Marksizmin ortak referanslarla hareket etmesinin ürünüydü. Daha az bilinen bir ilke olarak burjuva hükümetlerine katılmamak da aynı referanslara dayanıyordu.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Hatırlamamız gereken, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Marksizm içi hesaplaşma ve taraflaşmaların kaynağında daha önceki ortak referansların olmasıdır. Kautsky ve benzerlerine Lenin’in “dönek” ithamında bulunmasına neden olan da bu ortaklıktır.
Daha önce de vurguladığım gibi III. Enternasyonal, 1914’te derinleşen ve bölünme ile sonuçlanan farklılıkların ardından komünist hareket için yeni bir referans kaynağı haline gelen kodlar geliştirdi. Bazı partiler bu referanslarla açıktan mesafe koymaya cesaret edemediler, bazıları içtenlikle bu referansların savunucusu ve takipçisi olmaya çalıştılar. Her ne olursa olsun, dünya komünist hareketi kuramsal ve siyasal bir çerçeve içinde hareket etti.
Bu referansların Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991’den çok önce etkisini yitirmeye başladığını yukarıda yazmış, bugün bütün komünist partileri içine alan, herkesin benimsediği yeni bir çerçevenin oluşturulmasının imkansız olduğunu da eklemiştim.
Ancak komünist partilerin tarihsel, kuramsal ve siyasal açıdan sınırları tamamen ortadan kalkmış bir zeminde hareket etmelerinin ağır sonuçları olacağı da muhakkak. Burada tartışma ve iletişim, bu referanssızlığın konforuna teslim olmadan, partilerin kendilerini bağladıkları ilkeler setine ilişkin bir netliğin ortaya çıkmasına hizmet etmelidir.
Ayrışma (kaçınılmazsa eğer) ancak böylesi bir sürecin ürünü olduğunda ilerletici olacaktır.
Bu süreçte uluslararası meselelerde, örneğin savaş ve barışla ilgili konularda, ırkçılık, faşizm ve anti-komünizmle mücadelede ortak tutum ve eylem geliştirilmesi, bütün farklılıklara rağmen elbette mümkün ve gereklidir. Farklılıkları yok saymaz ve önemsizleştirmeye çalışmazsak, alınan tutum daha gerçek, ortak eylemler de daha etkili hale gelebilir.
Amaç kuşkusuz ayrışma değil. Amaç, eşitsiz ve birleşik bir süreç olan dünya devrim sürecinin öncü kolu olma iddiasındaki komünist hareketin tek tek parçaların ötesinde bir ortak harekete dönüşmesine yardımcı olmak olmalı.
Ortak hareket derken, tek tek ülkelerdeki sürmekte olan mücadelenin özgünlüklerini hesaba katmayan bir kalıp yaratmak değil elbette anlatmak istediğimiz. Öte yandan bugün “iç meseleler”, “uluslararası ilişkiler” ikiliği, 170 yıllık tarihimizde hiçbir zaman tanık olunmayan ve tembelleştirici bir konfor alanına dönüşmüşse, oturup hep birlikte düşünmemiz gerekir.
Tartışmak, etkileşim ve iletişim bu nedenle de önemli.
Peki neyi, nasıl tartışmalıyız?
Gelinen bu noktada “tabu”lara, dokunulmayan alanlar bırakmaya yer olmamalı.
Kuşkusuz işe kendi tarihlerimizden başlamak zorundayız. TKP kendi açısından çok kritik bir dönemeci, kuruluşunun hemen ardından gelen ve ilk yönetici kadrolarının hemen tamamının öldürülmesini de içine alan karmaşık sorunu cesaretle değerlendirmeye çalıştı.
Sovyet Rusya ile geçici de olsa çok önemli sonuçlar doğuran bir ittifak kuran Kemalist hareketle ilişkiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kuruluşunu sağlayan burjuva devrimine yaklaşım, TKP açısından daha sonraki yılları da etkileyen temel bir sorundu. Kuruluşumuzun yüzüncü yılında ilk iki cildini yayınladığımız parti tarihi çalışması, bu sorunu devrimci bir sorumlulukla ele alabileceğimizi gösterdi.
TKP’nin tarihindeki kesintiler, kopuşlar, tasfiyelere ilişkin olarak aynı cesareti göstermeye çalışıyor, partinin siyasal ve ideolojik tercihlerine ilişkin dürüst bir değerlendirmenin maliyetlerini göze alıyoruz.
Tartıştığımız konular Türkiye’yi ilgilendirmiyor yalnızca. TKP kurulduğu 1920 yılından bu yana yalıtık bir ülkede mücadele etmiyor. Bütün tarihimize baktığımızda partimizin mücadele ettiği zeminin Rusya, Yunanistan, İran, Hindistan (ve Pakistan), Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Bulgaristan, Almanya, Kıbrıs, Irak, Suriye ve başka birçok ülkeyle etkileşim içinde olduğunu görüyoruz.
Bunun da ötesinde, Türkiye’de sınıf mücadelesinin uluslararası alana olan etkisinin dar anlamıyla sadece TKP’yi ilgilendirdiğini söyleyemeyiz. Bu anlamda TKP, emek ürünü olan ve saygıyı gözeten hiçbir eleştiri, öneri ya da değerlendirmeyi “Türkiye bizden sorulur” kolaycılığı ile karşılamayacak, ciddiye alacaktır.
TKP de kestirip atmadan, yaftalamadan komünist hareketin tarihine ilişkin pek tartışılmayan konularla ilgili kendi içinde tartışma ve çalışma yürütmektedir. Komünist partilerin Komintern’in 7. Kongresi, Halk Cephesi politikaları, İspanya İç Savaşı, Avro komünizmden başlayarak birçok başlıkta suskunluğa gömülmesi, meydanın anti-komünistlere ve “yeni sol”a bırakılması iyi bir şey değildir.
Sovyetler Birliği’nin yıkılışı gibi trajik bir gelişmeye tanık olanların suskunlukla geçiştireceği hiçbir konu olamaz. Bazı konuları tartışmanın bizi geçmişe bağlayan değerleri tehdit edeceği düşüncesi ise bize göre temelsizdir. Değerlerimizi asıl tehdit eden, bugünkü referanssızlıktır. Bazı konuları tabu olmaktan çıkarırsak, komünist hareketin ortak geçmişinin sanıldığının çok ötesinde bir zenginliğe sahip olduğu görülecektir.
1956 sonrasında örtülü bir konu ve giderek bir tabu haline getirilen ve sonrasında bir karalama ya da yüceltme nesnesine dönüştürülen Stalin dönemi, gerçek bir tartışma ve değerlendirme sürecinden uzaklaşıldığında ne tür olumsuzlukların ortaya çıkacağının en iyi göstergesidir. Stalin’in liderliğinde geçen yılların, şu ya da bu fanatizmin kısıtlarından kurtulunduğunda, dünya komünist hareketi açısından en öğretici ve gurur verici kesite dönüşebildiği unutulmamalı.
Komünistlerin sınıf mücadeleleri tarihinde tartışmaktan çekinecekleri hiçbir unsur olmamalı. Her bir ülkede mücadele yürüten komünist partilerinin kendi tercihlerine duyacağımız saygının tartışmayı engellemesine izin vermeyeceksek, tartışma için daha gelişkin mekanizmalar kurulması gerekir.
Tartışmanın yaftalamayı içermemesi gerektiği düşüncesini biraz daha açmakta yarar var. Açık ya da örtülü bir biçimde komünist partilerinin bir ötekini etiketleyebildiği ortada. Bunların tamamının temelsiz olduğunu elbette söyleyemeyiz. Bugün komünist partileri içinde sosyal demokratlaşanların varlığı sır değil. Siyasal hiçbir karşılığı olmayan bazı partilere dönük “şabloncu” ya da “sekter” nitelemesine de pekala hak verebiliriz. Ancak bu adlandırmaların şu anda en çok ihtiyaç duyduğumuz etkileşim ve tartışmaya hizmet etmediğini görüyoruz.
Uluslararası alanda ortak referansların oluşmadığından söz ettik. Bir başka gerçek ise, birçok partinin kendi içinde değişim dinamiğini barındırıyor olmasıdır. Bu değişimi her bir örnek için olumlu ya da olumsuz diye nitelendirebiliriz. Bununla birlikte 1980’lerin ikinci yarısında bütün komünist partileri etkileyen büyük depremin artçı sarsıntılarının hâlâ sürdüğünü, birçok partinin ideolojik ve siyasal açıdan stabil hale gelemediğini de görüyoruz.
Zaman zaman kopuşlara, bölünmelere de yol açan bu değişim sancılarına peşinen olumsuz bir anlam yüklemek yanlış. Olumsuzluk bu iç gerilimlerin kayda değer ve algılanabilir bir tartışma/ayrışma sürecine çoğu kez denk gelmemesinde. Komünist partileri arasındaki “tartışma” eksikliğinin bu kısırlıkta payı bulunmakta.
Bu anlamda açık ithamların yarattığı sıkıntıların daha fazlasına komünist partiler arasındaki ilişkilere nezaketin arkasında gizlenmeye çalışılan değersizleştirme ve küçümseme çabalarının yol açtığını söyleyebiliriz. Gerçek bir tartışma zemininin yaratılmadığı her durumda ilişkilerin sağlıksız hale gelmesi kaçınılmazdır.
Buraya kadar kuramsal ve siyasal referans eksikliğinin sonuçlarına değindik. Bir diğer sorun ise komünist partilerle ilgili kriterlerde ortaya çıkmakta. Bir komünist partiyi değerlendirirken onun programını, ideolojisini, örgütsel durumunu, eylemlerini, toplumsal etkisini, seçim performansını, yayınlarını, kadro standartlarını gözetiriz. Bunların bir bölümü tamamen nitelikle ilgiliyken, bazıları nicel büyüklüklerle ölçülebilir. Ancak ideolojik çizgisini bir kenara koyduğumuzda, yani bir komünist partiye ilişkin reformist, sekter, maceracı vb. yargıları hesaba katmadığımızda, bir komünist partiyi ancak etkili olup olmadığını sorgulayarak değerlendirebiliriz.
Bu anlamda büyük parti-küçük parti ayrımının “devrimci” bir kriter olmadığı ortadadır. Hele hele büyüklüğün temel olarak seçim sonuçlarına dayandırılması anlamsızdır. Bu vurguyu henüz parlamenter kazanımı olmayan bir parti adına değil, komünist hareketin 20. yüzyılın başlarından itibaren şekillenen geleneğini önemseyerek yaptığımızı söylemeye bile gerek yok.
Komünist partiler arasındaki eşitlik en önemli ve herkesin savunduğu ilkelerden biri olduğu için bu konu üzerinde daha fazla durmayı hak ediyor.
Büyük parti-küçük parti tasnifinin partileri daha iyisi için teşvik etmeye bir yararı yok. Ama gerçek bir tartışmanın sonsuz yararı var. Bugün herhangi bir ülkede yaşayan bir komünistin bir başka ülkedeki gelişmeye ilişkin bir komünist partisinin ne yaptığını merak etmeye, sormaya ve bu konuda düşüncelerini söylemeye hakkı, hakkın ötesinde böyle bir görevi vardır.
Hangi koşullarda faaliyet gösteriyorsa göstersin, hangi olanaklara sahip olursa olsun, bir komünist partisi için her zaman yaptığının daha fazlası, daha iyisi ve devrimcisi elbette mümkün. Karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama ilkesi eleştirel bakışı ortadan kaldırmamalı, komünist partileri kendileriyle baş başa kaldıkları bir konfor alanına sahip olmamalıdır.
Komünist partiler birbirlerine not veremez ama birbirlerini takip eder, tartışır ve işbirliği yolları ararlar. Bunun zemini, komünist partilerin sağlıklı kriterlerle değerlendirilmesi ile yaratılabilir.
Tam da bu noktada bugün iktidardaki komünist partilerin durumuna değinmek gerekiyor. Bu partilerin tamamı muazzam bir tarihsel meşruiyetin taşıyıcısı durumundalar. “Devrim” ve “siyasi iktidar”, komünist partileri açısından merkez öneme sahip olduğu oranda, iktidardaki komünist partilerin dünya devrim süreci açısından ağırlıklı bir role sahip olmalarının tartışılacak bir tarafı bulunmamakta.
Bugün bu partilerin kendi ülkelerinde uyguladıkları politikalara, ideolojik ve sınıfsal karakterlerine, uluslararası alanda oynadıkları role ilişkin çok farklı değerlendirmeler yapılabildiğini biliyoruz. Az önce işaret ettiğim tarihsel meşruiyet hiçbir partiye bir eleştirel dokunulmazlık kazandırmıyor elbette. Belli bir olgunluk ve saygı düzeyi korunarak bütün partiler kendi değerlendirmelerini özgürce yapabilirler. Bu değerlendirmelerin bir bölümünün “can acıtıcı” olması da bir yerden sonra kaçınılmaz. İktidardaki komünist partileri, şu ya da bu ölçüde, diğer ülkelerdeki sınıf mücadelelerine etkide bulunan birer uluslararası aktör durumundalar aynı zamanda.
Peki böyle oldukları oranda bu partilerin dünya komünist partileri arasında daha farklı bir yere sahip olmaları gerekir mi? Kapitalist ülkelerde mücadele eden bazı partilerin bu görüşte olduğunu biliyoruz. Kimi uluslararası toplantılarda ya da ikili görüşmelerde iktidardaki bazı komünist partilerin öne çıkarak, belirleyici ya da hiç değilse düzenleyici bir rol üstlenmeleri gerektiği türünden önerilerle karşılaşıyoruz.
Geçmişte Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin uluslararası komünist hareketteki yerine ilişkin olumlu ve olumsuz çok şey söylenebilir. Ancak bugün durum oldukça farklı. Sovyetler Birliği, hiç değilse belli bir döneme kadar, en güç anlarda bile kendi varlığını ve dış politikasını dünya devrim süreci ile ilişkilendirmeye çalıştı. Bugün iktidardaki komünist partilerin böyle bir konumlanışa sahip olmadıkları ortada.
Bunun nedenleri ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca komünist partilerin iktidarda olduğu ülkelerin her birinin olanakları, koşulları birbirinden oldukça farklı. TKP, bir toptancı yargı içine girmeyi hiçbir zaman uygun bulmadı. Kapitalist ülkelerde sosyalizm mücadelesinin bugün ileri mevziler kazanmamış olmasının sorumlusu öncelikle bizler, yani kapitalist ülkelerdeki komünist partilerin yetersizlikleridir.
Kaldı ki bugünkü karmaşık dünya dengelerinde, iktidardaki komünist partiler açısından diğer komünist partilerin öncelikli ve merkezi bir gündem olmadığı ortada. Sadece bu bile, iktidardaki komünist partilerin daha özel bir rol üstlenmesi gerektiğine ilişkin önerileri tartışmalı hale getiriyor.
Bugün iktidardaki komünist partilerin, uluslararası toplantılarda ve komünist partileri arasındaki ilişkilerde bir adım öne çıkmalarının sonucu komünist partilerin sınıf mücadelelerine jeostratejik bir perspektifle bakmaya başlamaları olur. Tekrar ediyorum, iktidardaki komünist partilerin dış politika önceliklerine ilişkin “öznel” düşüncelerimizden hareketle söylemiyorum bunu.
Bugün pek dile getirmesek de, eğer komünist partiler kendilerini dünya devrim sürecinin içinde konumlandıracaklarsa bunun için jeostratejik bakış açısı olabilecek en tehlikeli tercih olacaktır. Komünist partileri uluslararası alana kendi ülkelerindeki devrimci mücadelenin çıkarları ile dünya devrim sürecinin genel çıkarları arasındaki uyumu sağlamaya çalışarak yaklaşırlar.
Bu uyum bazen zor hatta imkansız hale gelebilir. Ancak komünist partilerin kendi ülkelerinde devrim hedefine yabancılaşmalarının nasıl maliyetler yarattığını bilerek davranmak, bu ilişkiyi olabildiğince sağlıklı kurmak zorunludur.
Jeostrateji Marksizm açısından en fazla tamamlayıcı bir analiz unsuru olabilir. Emperyalizm, devlet, devrim, sınıf mücadelesi gibi kavramların merkezi rol üstlendiği bakış açısının yerine bütün bu kavramları yeri geldiğinde önemsizleştiren güç savaşlarını koymak sağlıklı değildir.
Ve burada bir başka sorundan daha söz etmek gerekir.
Sovyet Rusya ve sonrasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, kapitalist ülkelerdeki emekçiler ve ezilen uluslar nezdinde “sosyalizm lehine” ciddi bir ideolojik ve psikolojik bir etkide bulundu. Üstelik bunu Sovyetler Birliği’nin çok zor anlarında da becerebildi. Becerebildi çünkü dünyanın geri kalanında yüz milyonlarca kişi SSCB’de “eşitlikçi bir toplumun kuruluşu” için bir mücadele sürdüğünü hissediyordu.
Zamanla bu etki azaldı. Sovyetler Birliği dağıldı. Bu yazı, sesli düşüncelerden oluşuyor ve olumsuz örneklere işaret etmemeye özen gösteriyor. Ancak olumlu bir örnekten devam etme ihtiyacı hissediyorum. Ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü zor koşullara rağmen Küba’nın neden “başka bir dünya” arayışı içindeki insanlar açısından hâlâ bir çekim merkezi olabildiğini düşünmek gerekiyor. Bu mümkün oluyor çünkü Küba Devrimi, atmak zorunda kaldığı bir dizi geri adıma rağmen, güçlü bir değerler sistemini savunmaya devam ediyor.
Jeostratejik düşüncenin kaçınılmaz sonucu olan sınırsız reel politik tutum, kimi stratejistleri, aydınları, siyasetçileri heyecanlandırabilir ama emekçi kitleler için bir cazibe merkezi haline gelmeye hizmet etmezler.
Komünist partileri hem eşitlikçi bir toplum idealini hem de bu idealle uyumlu bir değerler sistemini bayrak haline getirmekle yükümlüdür. ABD emperyalizminin geriletilmesi ya da yenilmesi gibi bugün bütün komünist partilerini tartışmasız bir biçimde içine alan görev dahi bu ideal ve değerler sisteminin üstünün örtülmesine neden olmamalıdır.
İktidardaki komünist partileri, tarihsel meşruiyet ve saygınlıkları ile komünist partileri ailesi içinde önemli rollerini sürdürmeli ancak onlara belirleyici bir rol verme çağrılarında ısrar edilmemelidir. Böyle bir inadın komünist partileri arasında çok sert bir kırılmayla yol açacağı hatırlanmalı.
Zaten bugün komünist partileri arasında belki de en fazla ortak bilince çıkan olgu olan eşitlik ve içişlerine karışmama ilkesi böyle bir iç hiyerarşinin oluşmasına izin vermemektedir.
Tam da bu noktada, “gerçek bir tartışma”dan ne kastettiğimizi açabiliriz. Kendi tarihimize ilişkin karanlık ya da dürüst bir değerlendirme yapamadığımız tek bir nokta bırakmama ihtiyacının arkasında akademik bir titizlik elbette bulunmuyor. Dikkatle bakıldığında, 1. Enternasyonal’den başlayarak, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne kadar bütün tartışmaların merkezinde “öncelikli görev tarifi”nin durduğunu görürüz. Marksizm içi tartışma ve ayrışmaları da asıl belirleyen bu basit sorudur.
Bir dönem monarşi ve feodalizmin tasfiyesi, bazen işçi sınıfının örgütlenme ve siyaset hakkının genişletilmesi, kimi durumlarda faşizm ya da savaş tehlikesinin bertaraf edilmesi öncelikli görev olarak ilan edilebilmiştir.
Şu anda da komünist partileri aslında birer aktör olarak parçası oldukları dünya devrim sürecinin öncelikli görevinin ne olduğunda farklı görüşlere sahipler.
Dünya devrim sürecinin ihtiyaçları belirleyicidir.
Bu ihtiyaçlara her komünist partisi doğal olarak kendi ülkesinden, kendi ülkesindeki mücadelenin çıkarları açısından bakar. Dünya devrim sürecinin genel ihtiyaçları ile ülke çıkarları arasındaki mesafe komünistlerin çözmek ya da yönetmekle yükümlü olduğu en ciddi sorunlardan biridir. Bazen bu mesafe çelişkiye de dönüşebilir. Burada da komünist partilere büyük bir rol düşer.
İtiraf etmeliyiz ki, şu anda komünist partileri arasındaki farklılıkları ortaya çıkaran, dünya devriminin öncelikli görevinin ne olduğu sorusuna verilen farklı yanıtlardır.
Oldukça yaygın ve bir o kadar uzun zamana yayılan bir yaklaşıma göre demokrasi ve özgürlükler alanını genişletmek, dünya devrim süreci açısından öncelikli görevdir.
Yine şu sıralar “ABD emperyalizmini geriletmek”, “faşizm ve savaş tehlikesini savuşturmak” gibi görev tanımlarını daha çok duymaya başladık.
Bu görevlerin ihmal edilemeyeceği ortada. Bununla birlikte bu türden görev tanımlarının giderek şu ya da bu ülkenin dış politika açılım ve hamlelerini savunmaya dönüşebiliyor.
Bugün dünya devriminin çıkarları açısından acil görevi sosyalizmin güncel bir seçenek haline getirilmesi olarak tarif etmek de bir seçenektir. Bizim de benimsediğimiz bu yaklaşım, kapitalizmin yegane alternatifi olan sosyalizmin, 170 yıllık bir zaman dilimi söz konusu olduğunda en etkisiz ve iddiasız konumlanışına girmiş olmasını kabul etmeme ve bu durumu sonlandırma kararlılığının ürünü olarak görülmeli.
Temel görevi sosyalizmin, dolayısıyla devrimin güncelliğini veri alarak belirlemek aynı zamanda işçi sınıfına yer açmayan, tersine işçi sınıfını edilginleştiren görev tanımlarının yaratabileceği olumsuzlukları bertaraf etmek anlamına da geliyor.
Gerçekçi olacaksak, bugünkü haliye işçi sınıfının ABD emperyalizmini geriletebilecek ya da faşizm ve savaş tehlikesini püskürtecek ana güç olması imkansız. Bu tarihsel görevlerin yerine getirilmesinde ağırlık koyabilmeleri için komünistlerin asıl misyonlarını yerine getirme iradesine sahip olmaları gerekiyor.
Başka güçlere benzeyerek, daha geniş bir sol tanımı içine yerleşerek komünist hareketin bir geleceği olamaz. Bu kamikaze dalışı bile değildir çünkü düşmana herhangi bir zarar vermeyecektir. Bu harakiri de değildir çünkü “onurlu” bir sona dönüşmeyecektir.
Bir büyüme stratejisi olarak da sözünü ettiğimiz önceliklerin komünist hareketin serpilip gelişmesine yararı olmayacağı görülmektedir.
Kuşkusuz burada kimse kimseyi samimiyet testine tabi tutamaz. En adil yargıç tarihtir.
Ancak komünizmin kırmızı çizgileri olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bu çizgiler belirsiz hale geldiyse, buradan başlayabiliriz. Tekrara düşmeden, birbirimizi slogan, alıntılar ve şablonlarla yormadan.
Marx’ın ve Lenin’in büyük eseri onların düşünce ve eyleminin bütünündedir. Marx’ın yaşamını belirleyen, kapitalizme duyduğu ölçüsüz nefretse, Lenin’inkini devrim ve siyasal iktidarı ele geçirmedir.
Geride bıraktığımız yıllarda komünist partileri kendi var oluş nedenlerini unuttukları her kesitte bugün tarih önünde açıkça “hata” olarak görülebilecek sıkıntılar yaşadı.
İşte bu nedenle komünist partileri kaotik ve verimsiz bir didişme yerine dünya devrim süreciyle nasıl bir ilişkilenme içinde olduklarına açık yanıtlar vererek ve bu ilişkilenmeye uygun ideolojik ve siyasal referansları ortaya koyarak tartışma sürecine katkı koyarlarsa bugün birbirinden çok farklı noktalarda olan komünist partilerin her biri için anlamlı bir sonuç ortaya çıkacak ve ortaklıklar, birliktelikler ve ayrılıklar sağlıklı bir zeminde gerçekleşecektir.
TKP uluslararası alana mütevazı katkılarını bu felsefeyle yapacaktır.